C.
Peygamber Olarak Görevlendirilmesi Ve Tebliğ Mücadelesi
D.
Âd Kavmine Verilen Nimetler
E.
Hz. Hûd (A.S.)’In Yalancılık Ve Bölücülükler Suçlanması
F.
Tevbeye Davet, Son İkazlar Ve Hûd Kavminin Helaki
G.
Hz. Hûd (A.S.) Ve Mü’minlerin Kurtuluşu
H.
Hûd (A.S.) Kıssasından Bâzı Mesajlar
1.
Zâlim Zorbalara İtaat Edilmez
3.
Yeryüzünde Kibir Sahiplerinin Sonu
BEŞİNCİ BÖLÜM
HZ. HÛD (A.S.)
A. Kavmi Ve Nesebi
Hz. Hûd (a.s.),
Birinci Âd kavminin peygamberidir. Nesep bilginleri, nesilleri ortadan kalkmış
olan Arab-ı Bâide’nin ilk temsilcisi olarak Arabistan’da yaşamış ilk kavim olan
bu Birinci Âd kavmini zikrederler. Hakkında pek çok efsâne olan ve eski Arap
şiirinde ismi sık geçen bu topluluk, güç ve saltanatlarıyla meşhurdur.
Hikâyeleri dillere destan olmuştur.
Hz. Hûd (a.s.)’ın
nesebi, Hz. Nuh (a.s.) oğlu Sâm’a ulaşmakta ve bâzı kaynaklarda şu şekilde
geçmektedir: Hûd b. Abdullah b. Rebah b. Câvib (Halûd veya Cârud) b. Âd b. Avs
b. î-rem b. Sâm b. Nuh.[1]
Kur’ân-ı Kerim’de ismi
yedi defa geçen Hûd peygamberin[2]
kıssası, Kureyş liderlerinin servetleri ve dünyevî iktidarları dolayısıyla
gururlanmaları üzerine nazil olan âyetlerde anlatılmış, bu kavim müşriklerinin
başlarına gelen felâket hatırlatılarak Mekkelilerin onlardan ibret almaları
istenmiştir. Çünkü bu kavim Arabistan’da yaşamış en güçlü kavim olarak
biliniyordu, buna rağmen ilâhî cezadan kurtulamamıştı:
“(Ey Mekke halkı)
andolsun ki, size vermediğimiz kudret ve serveti onlara (Âd kavmine) vermiştik.
Onlara kulaklar, gözler ve kalpler vermiştik. Fakat kulakları, gözleri ve
kalpleri, kendilerine bir fayda sağlamadı. Zîrâ onlar, Allah’ın âyetlerini
inkâr ediyorlardı. Alay edip durdukları şey, kendilerim kuşatıverdi. “[3]
Hz. Hûd (a.s.), Hz.
Nuh (a.s.)’dan sonraki ilk peygamber olduğundan, Hûd kıssasıyla ilgili
âyetler, genellikle Nuh kıssasının anlatıldığı âyetlerin peşinden gelmektedir.
Her iki kıssanın anlatıldığı Â’raf, Hûd, Mü’minûn ve Şuarâ sûrelerinde durum
böyledir. Bu iki toplumun halef selef olduğuna şöyle işaret edilmektedir:
“Sonra onların
(Nuh kavminin) ardından başka bir nesil (Âd kavmini) getirdik. Bunun üzerine,
onların arasından kendilerine, ‘Allah’a kulluk edin; çünkü sizin O’ndan başka
tanrınız yoktur. Hâlâ Allah’tan korkmaz mısınız?’ mesajım ileten bir Rasül gönderdik.”[4]
B. Âd Kavmi’nin Yurdu
Âd kavmi, Arabistan
yarımadasının güneyinde Uman ile Hadramevt arasında kalan Ahkâf çölü etrafında
yerleşmişti. Kur’ân-ı Kerim’de onların yurdu hakkında şöyle denilmektedir:
“(Ey Muhammedi)
Âd kavminin kardeşini (Hüd’u) hatırla. Hani o, Ahkâf denilen yerde yaşayan
kavmini uyarmıştı…”[5]
Onüç kabileden meydana
gelen Âd kavmi, Güney Arabistan’da Dehnâ, Vebâr ve Âlic’ten Uman, Yemen ve
Hadramevt’e uzanan engebeli ve önceleri verimli olan topraklara sahip bulunuyordu.[6]
Giderek Irak’a kadar uzanan geniş bölgeyi hâkimiyetleri altına almışlardı.
Zengin bir toplum olarak yüksek evler ve binalar, sağlam saray ve kaleler
yapmaya önem vermişler; kendilerini dünya sevgisine, israf ve üstünlük
duygusuna kaptırmışlardı. Aralarında zulüm ve haksızlıklar alıp yürümüştü.[7] Vücut
yapıları bakımından da güçlü-kuvvetli ve Nuh kavminden üstün olan bu kavim
mensupları[8]
büyüklük taslayarak, yeryüzünde kendilerinden daha güçlü bir toplum olmadığını
söylerlerdi:
“Ad kavmine
gelince, yeryüzünde haksız yere büyüklük tasladılar ve ‘Bizden daha kuvvetli
kim var?’ dediler. Onlar kendilerini yaratan Allah’ın, kendilerinden daha
kuvvetli olduğunu görmediler mi?
Onlar, bizim
âyetlerimizi inkâr ediyorlardı.”[9] Güney
Arabistan’da, bu kavme ait olduğu kabul edilen bâzı kalıntılar günümüze ulaşmış
bulunmaktadır. Hadramevt bölgesinde Hz. Hüd (a.s.)’a nisbet edilen bir mezar
mevcuttur. Harda-mevt’te bulunan bâzı harabeler de, bu kavme nispet edilmektedir.
Bölge topraklarının bugünkü durumu, burada bir zamanlar, tarım ve çobanlığa
dayalı güçlü bir medeniyetin kurulduğunu reddeder mâhiyettedir. Büyük
ihtimalle, binlerce sene Önce yeşilliklerle dolu, verimli bir arazi olan bu
topraklar, meydana gelen korkunç felâket ve iklim değişikliği yüzünden çöle
dönüşmüştür. [10]
C. Peygamber Olarak Görevlendirilmesi Ve Tebliğ Mücadelesi
Tarihçiler, Nuh kavmi
gibi putperest bir toplum olan Âd kavminin, Darrâ, Damur ve Heba isimlerini
taşıyan üç puta taptığını bildirmişlerdir.[11] İbn
Kesir, Nuh tufanından sonra, putlara tapan ilk toplumun, bu kavim olduğunu
söyler.[12] Âd
kavmi putperestleri, Kur’ân’da bildirildiğine göre ölümden sonraki hayatı da
inkâr ediyor ve şöyle diyorlardı:
“Dünya hayatından
başka gerçek yoktur. Kimimiz ölürüz, kimimiz yaşarız; bir daha diriltilecek
değiliz.[13]
Allah Teâlâ, hak
yoldan uzaklaşmış ve zulme dalmış Âd kavmini kurtuluşa çağırması için, diğer
kavimlerde olduğu gibi, içlerinden birini yani Hz. Hüd (a.s.)’ı peygamber
olarak görevlendirdi. Çünkü bir kavmi en iyi tanıyan, o kavmin mensuplarına en
fazla şefkat ve merhamet duyan ve onların iyiliğini en fazla isteyen bir İnsan,
ancak kendilerinden biri olurdu. Bu yakınlığın önemi dolayısıyla Cenab-ı Hak,
Hz. Lût (a.s.) gibi bir kaçı hariç, her kavme, peygamber olarak, bir yabancıyı
değil içlerinden birini göndermiş; ilgili âyetlerde bu yakınlığa işaret
etmiştir.
Peygamberlik görevine
getirilen Hz. Hûd (a.s.), Allah Teâlâ’ nın ebedî mesajını kavmine ulaştırmaya
çalıştı. Diğer peygamberler gibi o da, kavmini, Allah’a şirk koşmayı ve
putlara tapmayı terk ederek, sâdece Allah’a tapmaya ve hiç bir şeyi O’na ortak
koşmamaya çağırdı. Allah’tan başka ilâh olmadığını söyleyerek, O’na inanmayıp
putlara tapmaya devam ettikleri takdirde, dünya ve âhirette şiddetli bir azaba
çarptırılacaklarını haber vererek onları uyardı:
“Âd kavmine de,
kardeşleri Hûd’u gönderdik. O, şöyle dedi: Ey kavmimi Allah’a ibadet edin.
Sizin O’ndan başka hiç bir ilâhınız yoktur. Hâlâ sakınmayacak mısınız?”[14]
“(Ey Muhammedi)
Âd’ın kardeşlen Hûd’u hatırla ki, ondan evvel de, sonra da bir çok peygamber
gelip geçmişti. Hani o, Ahkâfta yaşayan kavmini; ‘Allah’tan başkasına kulluk
etmeyin. Gerçekten ben, üzerinize inecek büyük bir günün azabından korkuyorum.
‘ diye tehdit edip uyarmıştı.[15]
Hz. Hûd (a.s.),
insanları putlara tapmaktan vazgeçip sâdece Cenab-ı Hakk’a kulluk etmeye
çağırıyor, Allah’a ortak koşmanın yalan ve iftiradan ibaret olduğunu, ilâh
olarak taptıkları putların maddî veya manevî herhangi bir gücünün
bulunmadığını söylüyordu. Putlarında hiç bir ilâhlık vasfı olmadığı halde,
kendi hevâ ve heveslerinin esiri olarak onlara tanrılık yakıştırdıklarını
belirtiyordu. Ayrıca yaptığı görev karşılığında hiç bir şahsî çıkarının söz
konusu olmadığını, kendilerinden bir ücret de istemediğini, görevinin
karşılığını sâdece Allah’tan beklediğini hatırlatıyordu. Onlardan akıllarını
uygun bir şekilde kullanmalarını istiyor, getirdiği gerçekleri dinleyip ve
iyice düşünüp değerlendirmeden reddetmelerinin yanlışlığını ifâde ederek,
onları söyledikleri üzerinde düşünmeye çağırıyordu. Cenab-ı Haklan kendisi
vasıtasıyla göndermiş olduğu dini kabul edip, önceden yapmış oldukları
kötülüklerden tevbe ederek O’ndan bağışlanma diledikleri takdirde bolluk ve
berekete ulaşacaklarını müjdeliyordu:
“Âd kavmine de
kardeşleri Hüd’u peygamber olarak gönderdik. Onlara şöyle dedi: Ey kavmim!
Allah’a ibadet edin. Sizin O’ndan başka ilâhınız yoktur. Sizin O’na ortak
koşmanız ancak bir yalan ve iftiradır. Ey kavmim! Ben, görevime karşılık sizden
bir ücret istemiyorum. Benim ücretim, beni yaratandan başkasına ait değildir.
Hâlâ aklınızı kullanmıyor musunuz? Ey kavmim! Rabbi-nizden bağış dileyin; sonra
da O’na tevbe edin ki, üzerinize gökten bol bol rahmet göndersin ve kuvvetinize
kuvvet katsın. Günahkârlar olarak yüz çevirmeyin.”[16]
Hz. Hûd (a.s.},
mesajının kendilerinden maddi bir karşılık elde etmek için söylenen sözler
değil; aksine hâlis-muhlis bir öğüt olduğunu hatırlatarak, peygamber kıssalarının
tamamında sık sık tekrarlanan ihtara dikkat çekiyordu. Çünkü, peygamberlerin
tebliğ faaliyetindeki bu samimiyet, ihlâs ve doğrulukları, peygamberliğin
birinci şartı ve hak ile batılın en önemli farkıdır. Her peygamber, tevhid
inancının bir gereği olan bu uyarıyı yapmış, görevini dünyalık bir menfaat
karşılığında değil, sâdece Allah’ın emrini yerine getirmek ve rızasını
kazanmak için yaptığını vurgulamış ve müşriklere akıllarını kullanıp bu
halisane öğütten yararlanmalarını tavsiye etmiştir.[17] Ne
var ki, Hz. Hûd (a.s.)’m bu samîmi öğütleri de Âd kavminin akıllarını kullanıp
meseleyi çok yönlü değerlendirmelerine ve akl-ı selimin icabını yapmalarına
yetmedi. Diğer müşrik toplumlar gibi, Âd kavmi müşrikleri de, peygamberlerini
yalanladı. Kavmin ileri gelenleri, onu hakir görüp küçümsediler, davasını
alaya aldılar, onu akılsızlık, sapıklık ve yalancılıkla suçlama yoluna
gittiler. Bu sıfatlarla alâkasının bulunmadığını söyleyen Hz. Hûd (a.s.),
kendisinin âlemlerin Rabbi olan Allah tarafından görevlendirilen bir elçi
olduğunu ve kendileri için iyilikten başka bir şey düşünmediğini açıklamakla
yetindi. Kendisini akıl noksanlığıyla itham eden müşriklere karşı yumuşak bir
üslup kullanarak üstün bir ahlâk örneği gösterdi. Onun bu edebine işaret eden Zemahşerî
şöyle demiştir: “Peygamberlerin
kendilerine beyinsiz ve sapık diyen müşriklere karşı verdikleri cevapta güzel
bir edeb ve yüce bir ahlâk örneği vardır. İnsanlara, beyinsizlere karşı nasıl
hitap edileceğini ve onların hatalarının nasıl hoşgörü ile karşılanacağını
öğretir. Ki peygamberler, beyinsizlerin ağır ve hakaret dolu sözlerine aynı
şeıtilde karşılık vermezler. Aksine, onlara ağır başlı ve yumuşak bir şekilde
cevap verirler.”[18]
Kur’ân-ı Kerim, Hz. Hûd (a.s.) ile kavmi arasında geçenleri şöyle hatırlatmaktadır:
“Kavminin önde
gelen kâfirleri ona, ‘Gerçekten biz, seni bir akü noksanlığı içinde görüyoruz
ve seni hakikaten yalancılardan sanıyoruz.’ dediler. Hûd ise onlara şöyle cevap
verdi: Ey kavmim! Bende beyinsizlik, akıl noksanlığı yok; ancak ben, âlemlerin
Rabbi tarafından gönderilen bir peygamberim. Size, Rabbimin mesajını iletiyorum
ve ben sizin için güvenilir bir nasihatçıyım. “[19]
Hak yoldan saparak
şirk bataklığına saplanmış Âd kavmi, peygamberine karşı diğer müşrikler gibi
çok kötü davrandı. Onlar da aralarından birinin, yani bir insanın peygamber
olarak görevlendirilmesini yadırgadılar ve şöyle dediler: “Rabbimiz herhangi
bir peygamber göndermek isteseydi, bir insan değil, mutlaka bir melek
gönderirdi.” Hz. Hûd (a.s.)’m kendileri gibi bir insan olduğunu, kendileri
gibi yiyip içtiğini ve kendilerinden bir farkı bulunmadığını gerekçe
göstererek, peygamberliğini ve getirdiği şeyleri reddedip onunla alay etmeye
başladılar:
“Peygamberler
onlara, önlerinden ve arkalarından gelerek, ‘Allah’tan başkasına kulluk
etmeyin.’ dedikleri zaman, ‘Rabbimiz dileseydi, elbette melekler indirirdi.
Onun için biz, sizinle gönderilen şeyleri inkâr ediyoruz.’ demişlerdi “[20]
Hz. Hûd (a.s.)’m
karşısına dikilenlerin başında da, toplumun zengin ve müreffeh kesimi
geliyordu. Mevcut durumun değişmesini dünyevî imkânlarının büyük kısmını
kaybetmek olarak gören ileri gelenler, inanmamakla kalmıyor, diğer insanları
da Hz. Hûd (a.s.)’dan uzaklaştırabilmenin yollarına başvuruyorlardı. İşin
başında, insanları peygamberlerden uzaklaştırmak için kullanılan klâsik mazereti
onlar da kullandılar. Onun da kendileri gibi bir insan olduğunu ve dolayısıyla
ona itaatin zarar ve ziyandan başka bir şey getirmeyeceğini söylediler:
“Onun kavminden,
kâfir olup âhirete ulaşmayı inkâr eden ve dünya hayatında kendilerine refah
verdiğimiz varlıklı kişiler, ‘Bu şahıs, sâdece sizin gibi bir insandır; sizin
yediğinizden yer, sizin içtiğinizden içer; gerçekten kendiniz gibi bir beşere
itaat ederseniz, herhalde ziyana uğrarsınız.’ dediler. “[21]
Değer yargıları
alt-üst olmuş Âd kavmi müşrikleri de, hak ve hakikate uymayı ve kendilerine her
iki dünya saadetini garanti edecek prensipleri anlatan bir peygambere itaat
etmeyi, ziyana uğramak olarak gördüler. İçlerinden biri olan o peygambere uymakla,
şahsiyet ve değerlerini kaybedeceklerini zannettiler. Büyük müfessir
Ebu’s-Suûd, onların bu durumunu anlatırken şöyle demiştir:
“Bak gör ki,
kendilerini hem dünyada hem de Ahiret’te mutluluğa ulaştıracak hak peygambere
uymayı, nasıl, ‘ziyana uğramak’ kabul ettiler de, zararın en son noktası olan
putlara tapmayı ziyan saymadılar. Allah, onlan kahretsin! Nasıl da haktan döndürülüyorlar?!”[22]
Mealini verdiğimiz son
âyetten anlaşılan diğer bir gerçek de şudur: Haktan sapmış olan her hâkim
sınıf, tıpkı Kureyş eşrafı gibi, Allah’ın kullarına hükmetme hakkının sâdece
kendilerinde olduğuna inanmış, dolayısıyla hâkimiyet ve liderlik sıfatlarının
başkalarına verilemeyeceğini iddia etmiştir. Her defasında peygamberlere karşı
çıkan ve sonuna kadar direnen bu sınıf, âyette sayıldığı gibi, üç ortak
özelliğe sahiptir:
a. Kavimlerinin
liderleri olmak,
b. Zengin
olmak,
c. Ahireti
inkâr etmek,
Peygamberlerin
karşısına dikilen bu insanlar, kendilerine zenginlik ve liderlik kazandıran
hayat tarzlarının yanlış olabileceğini değil kabul etmek, böyle bir şeyi
düşünmek dahi istememişlerdir. Hele Ölümden sonra bir hayatın varlığından ve
dünyada yapılanlar dolayısıyla hesaba çekilmekten bahseden peygamberlere asla
tahammül edememişlerdir. Nitekim Âd kavmi de, öldükten sonra dirilmeyi inkâr
ederek, Hz. Hûd (a.s.)’i uydurduğu yalanları Allah’a isnat etmekle itham
ediyordu. Kur’ân-ı Kerim, Hz. Hûd (a.s.)’m, onların inkâr ve iftiralarına
karşı Allah’tan yardım istemesiyle ilgili olarak şöyle buyurmaktadır:
“Bu adam size,
öldüğünüz, toprak ve kemik yığını haline geldiğinizde, mutlak surette sizin
(yeniden diriltilip) tekrar meydana çıkarılacağınızı mı uâdediyor? Bu size
vâdedüen ne kadar uzaktır! Hayat, şu dünya hayatımızdan ibarettir. (Kimimiz)
ölürüz kimimiz yaşarız; bir daha diriltilecek de değiliz. Bu adam, sâdece Allah
adına yalan uyduran bir kimsedir; biz ona asla inanmıyoruz. O peygamber,
‘Rabbim! Beni yalanlamalarına karşılık bana yardımcı ol’ dedi. Allah, şöyle
buyurdu: Pek yakında, onlar pişman olacaklar.”[23]
Hâkim sınıf öncüleri,
toplum içinde kendilerine âit olduğuna inandıkları liderliği, Allah’ın seçkin
kullan peygamberlere de lâyık görmemiş, aksine onların azılı düşmanları
kesilerek ilâhî daveti engellemek için her yola başvurmuşlardır. Âd kavminin
hâkim ve müreffeh sınıfı da, halkın, Allah’ın peygamberinin çekici kişiliğine
ve etkileyici konuşmalarına kendilerini kaptırmalarından ve ona inanmalarından
korkmuştu. Çünkü bu takdirde, iktidarlarını ve halk üzerinde sahip bulundukları
her türlü maddî ve manevî menfaatlerini kaybedecekler, artık onları sömüre-mez
hale geleceklerdi. Bu durum karşısında, mevcut hâli devam ettirebilmeleri için,
halkı aldatmaları ve onların Hz. Hûd (a.s.)’a inanmalarını engellemeleri
gerekiyordu. Nitekim onlar, halka peygamberlik diye bir şeyin olmadığını; Hz.
Hûd (a.s.)’m, mal ve iktidar peşinde koştuğunu, amacına ulaşmak için böyle bir
yalan uydurduğunu söylediler. İddialarını ispat için de, onun da kendileri
gibi bir insan olduğunu, aynı şekilde etten ve kemikten yapıldığını, yiyip
içtiğini ve kendilerinden herhangi bir farkının bulunmadığını delil getirdiler.[24]
D. Âd Kavmine Verilen Nimetler
Hz. Hûd (a.s.),
kavminin ileri gelenlerinin kendisini yalanlamaları ve peygamber olarak
görevlendirilmesini yadırgamaları üzerine, Allah’ın kendilerine verdiği
nimetleri hatırlatarak davetini devam ettirdi. Allah Teâlâ’mn kendilerini Nuh
kavminin ardından yeryüzünün varisleri kıldığım, vücut yapılan ve hâkimiyetleri
bakımından onlardan üstün hâle getirdiğini söyledi. Nuh kavminin başına gelen
felâketten ibret almaları ve kurtuluşa ulaşmak için Allah’a iman edip O’nun
verdiği nimetlere şükretmeleri gerektiğini belirtti. Dünya ve âhiret
saadetinin buna bağlı olduğunu açıkladı. O, şöyle diyordu:
“Sizi uyarmak
için, içinizden bir adam vasıtasıyla Rabbiniz-den size bir haber gelmesini
yadırgıyor musunuz? Düşünün ki, O, Nuh kavminden sonra onların yerine sizi
hükümran yaptı ve yaradılışta sizi onlardan üstün kıldı. O halde, Allah’ın
nimetlerini hatırlayın ki, kurtuluşa eresiniz.”[25]
Âd kavmine verilen
nimetlere işaret edilen diğer bir âyette, onlara Kureyş kabilesine
verilenlerden daha fazlasının verildiği belirtilmiş; ancak onların kulak, göz
ve kalplerini gerektiği gibi kullanamayıp, bu nimetlerin sahibi olan Allah’ın
âyetlerini inkâr ettikleri ve bu yüzden azaba çarptırıldıkları
hatırlatılmıştır:
“(Ey Mekke halkı)
andolsun ki, size vermediğimiz kudret ve serveti onlara (Âd kavmine) vermiştik.
Onlara kulaklar, gözler ve kalbler bahsetmiştik. Fakat kulakları, gözleri ve
kalbleri, kendilerine bir fayda sağlamadı. Zîrâ onlar, Allah’ın âyetlerini
inkâr ediyorlardı. Alay edip durdukları şey, kendilerini kuşatıverdi. “[26]
Râzî, bu âyetin
tefsirinde, kulak, göz ve kalbin gerektiği şekilde kullanılmasıyla ilgili
hususu şöyle açıklamıştır:
“Yani biz, onlara
nimet kapılarını açtık. Onlara kulak verdik. Fakat kulaklarını, Allah’ın
varlığına işaret eden delilleri dinlemek için kullanmadılar. Onlara göz verdik;
ancak onu ibret alınması gereken şeyleri görmek için kullanmadılar. Onlara kalp
verdik; fakat onu Allah’ı tanıma yolunda kullanmadılar. Aksine bu kuvvetleri,
dünya ve onun zevklerini aramada kullandılar. Böyle olunca da, şüphesiz bu
organlar, Allah’ın azabından hiç bir şeyi savma hususunda onlara fayda
vermedi.”[27] Allah’ın âyetlerini inkâr
edenlerin gerçekleri asla göremeyeceklerine işaret eden Mevdûdî ise şöyle der:
“Eğer insan, Allah’ın âyetlerini inkâr ederse, o zaman gözlen olmasına
rağmen doğruyu göremez; kulakları olmasına rağmen doğru sözleri ve gerçek
nasihatleri duyamaz; Allah’ın vermiş olduğu kalp ve zihin nimetine sahip
olmasına rağmen onlarla doğru düşünemez. Onlarla yanlış görür, yanlış duyar ve
yanlış düşünerek yanlış sonuçlara vanr. Bu yüzden onun bütün kabiliyetleri
kendini mahvetmek yolunda kullanılır.[28]
Hz. Hûd (a.s.)’m tüm
çabalarına rağmen kavmi onu dinlememekte ısrar ediyordu. Aksine müşrikler,
dünya zevk ve şehvetlerine daldılar, saltanatlarının gücüne güvenerek
yeryüzünde büyüklük tasladılar. Yaptıklarını beğenerek, gurur ve kibire kapıldılar.
Çağlarının en medenî insanları olmalarına ve dünya işlerini başarıyla
yürütmelerine rağmen, arzu ve çıkarlarına uygun geldiği için, zevklerine
daldılar, isyan ve inkâra meylettiler. İsyan ve inkârlarını kendilerine güzel
gösteren şeytanın peşine düştüler. Düşünüp doğruyu bulabilecek bir aklî
melekeye sahip oldukları halde, şeytanın peşine takılarak doğru yoldan
çıktılar, ahlâkî sınırlamaları bir tarafa bırakarak, arzu ve isteklerine köle
oldular:
“Âd’ı ve Semûd’u
da yıkıma uğrattık. Gerçek şu ki, bu sizin için, onların oturdukları yerlerden
apaçık anlaşılmaktadır. Şeytan, yaptıkları işleri güzel gösterip onlan doğru
yoldan çıkardı. Oysa, bakıp, görebilecek durumdaydılar.[29]
Âd kavmi mensupları,
sanki yeryüzünde ebedî kalacaklarmış gibi yükseK ve oldukça ihtişamlı binalar,
köşkler yaptırıyor ve bunlarla gururlanıyorlardı. Hak ve adaletten uzaklaşmış
yöneticiler, halka zulmediyor ve bu zorbalığı hüner sayıyordu. Hz. Hûd (a.s.)
ise, onlan bu kötülüklerden sakındırıyor, kendisine İnanmaya ve Allah’tan
korkmaya çağırıyordu. Yine Allah’ın verdiği nimetleri hatırlatıyor, kendisinin
peygamberliğini ve Allah’ın nimetlerini inkâra devam etmeleri durumunda, büyük
bir azaba çarptırılacaklarından korktuğunu belirtiyordu. Kur’ân-ı Kerim, onun
bu uyarılarını şöyle aktarmıştır:
“Siz, her yüksek
yere bir köşk, bir alâmet dikerek eğleniyor musunuz? Dünyada ebedî kalacağınızı
umarak sağlam kaleler ve saraylar mı ediniyorsunuz? Yakaladığınız zaman,
zorbalar gibi mi yakalıyorsunuz? Artık Allah’tan korkun ve bana itaat edin.
Bildiğiniz şeyleri size veren, size davarlar, oğullar, bağlar, ırmaklar ihsan
eden Allah’a karşı gelmekten sakının. Doğrusu, sizin hakkınızda, başınıza
gelecek muazzam bir günün azabından korkuyorum.”[30]
E. Hz. Hûd (A.S.)’In Yalancılık Ve Bölücülükler Suçlanması
Putlara bağlılıkta ve
onlara tapmakta ısrar eden Âd kavmi ileri gelenleri, Hz. Hûd (a.s.)’m bu
uyarılarına ve kendilerinin başlarına gelebilecek korkunç bir azap ile
ikazlarına aldırmadılar. Aksine onu küçümseyerek öğüt vermesinin kendileri
için bir değerinin olmadığını söylediler. Onu alaya alarak yalancılıkla
suçladılar. Getirdiği bilgilerin, Öncekilerin yalan ve hurafelerinden ibaret
olduğunu söyleyerek, öldükten sonra dirilmenin ve bu dünyada yapılanlar
dolayısıyla hesaba çekilmenin gerçek olmadığını iddia ettiler. Yüce Allah,
onların cevabı ve bu yüzden çarptırıldıkları azap hakkında şöyle
buyurmaktadır:
“Onlar şöyle
dediler: ‘Sen öğüt versen de, vermesen de bizce birdir. Bu, öncekilerin
geleneğinden başka bir şey değildir. Biz a-zaba uğratılacak da değiliz.’
Böylece onu yalanladılar. Biz de, onlan helak ettik. Doğrusu, bunda, büyük bir
ibret vardır; ama çokları iman etmezler. Şüphesiz Rabbin, işte O, mutlak gâlib
ve engin hikmet sahibidir. “[31]
Hz. Hûd (a.s.)’in
gayret ve çabalan, müşrikleri ikna etmeye yetmiyordu. İleri gelen müşrikler,
ona, davet ettiği şeylerin doğruluğunu ispat hususunda kendilerine açık bir
mucize getirmediğini söylüyorlar ve bunu yapmadığı sürece onun sözlerine uymayacaklarını
ve tanrılarını terk etmeyeceklerini açıklıyorlar-di. Ayrıca, onun tanrılarından
biri tarafından çarpılarak cezalandırıldığını ve bu yüzden aklını yitirdiğini
ileri sürüyorlardı. Hz. Hûd (a.s.) ise,
onlann tapmakta olduğu putlardan tamamen u-zak olduğunu, ne putlarından ne de
kendilerinden asla korkmadığını, kendisine istedikleri kötülükleri yapabileceklerini
söyleyerek müşriklere meydan okuyor, hem kendisinin hem de müşriklerin Rabbi
olan Allah’a güvendiğini, her şeyin O’nun emri ve kontrolü altında cereyan
ettiğini ve sâdece O’nun gösterdiği yolun doğru olduğunu bildiriyordu. Görevinin Allah’ın emirlerini insanlara
ulaştırmak olduğunu ve yalnızca bu görevini yerine getirdiğini açıklayarak,
davetten yüz çevirdikleri takdirde, büyük bir cezaya çarptırılarak helak
edileceklerini ve yerlerine başka bir
kavmin getirileceğini söylüyordu.
Ancak onlar inkârlarını devam ettirdiler. Peygamberlerine
isyan ederek başlarındaki zâlim zorbalara bağlı kaldılar. Bu tutumları
yüzünden hak etmiş oldukları ilâhî cezaya çarptırılın caya kadar tavırlarını
değiştirmediler. Hz. Hüd (a.s.) ile kavminin ileri gelenleri arasında yapılan
bu tartışma, Kur’ân-ı Kerim’de şöyle anlatılmıştır:
“Dediler ki: ‘Ey
Hûd! Sen bize açık bir mucize getirmedin, biz senin sözünle ilâhlarımızı
bırakacak ve sana iman edecek de değiliz. Biz,, ilâhlarımızdan biri seni fena
çarpmış, demekten başka bir söz söylemeyiz!’
Hûd, dedi ki: Ben
Allah’ı şahit tutuyorum. Siz de şahit olun ki, ben sizin ortak koştuklarınızdan
uzağım. O’ndan başka taptıklarınızın hepsinden uzağım. Haydi hepiniz bana
tuzak kurun; sonra da bana mühlet vermeyin! Ben, benim de Rabbim sizin de
Rabbiniz olan Allah’a dayandım. Çünkü yürüyen hiç bir varlık yoktur ki, Allah,
onun perçeminden tutmasın. Şüphesiz Rabbim, dosdoğru yoldadır. Eğer yüz
çevirirseniz bana gönderilen şeyi ben size tebliğ ettim. Rabbim sizden başka
bir kavmi yerinize getirir de, siz O’na hiç bir zarar veremezsiniz. Şüphesiz
benim Rabbim her şeyi gözetendir.”[32]
Müşriklerin geleneksel
tavrını takman Âd kavmi ileri gelenleri, dinlerinin doğruluğu hususunda, çok
meşhur, ancak meşhur olduğu kadar da boş olan gerekçeğe sığındılar. Yani
benzeri durumlarda devamlı gördüğümüz gibi onlar, atalarının da aynı dinde
olduklarını ileri sürerek, Hz. Hûd (a.s.)’ı, atalarının dinini değiştirmeye
çalışmak ve bölücülük yapmakla itham ettiler. E-lindeyse tehdit ettiği azabı
hemen getirmesini söyleyerek ona meydan okudular. Hz. Hûd (a.s.) ise, tanrı
saydıkları putlarının hiç bir ulûhiyete ve herhangi bir güce sahip olmadığını,
bu putları hakkında Allah’ın hiç bir şey indirmediğini ve onlara herhangi bir
yetki vermediğini; aksine bu putları atalarının ve kendilerinin uydurduklarını
ve onlara yalan yanlış çeşitli güçler isnat ettiklerini açıklıyor, putlar
hususunda kendisiyle tartışmalarının boşuna olduğunu vurguluyor ve bu
inançlarını değiştirmedikleri takdirde korkunç bir cezaya çarptırılacaklarını
tekrar ediyordu;
“Dediler ki: Sen
bize tek Allah’a kulluk etmemiz ve atalarımızın tapmakta olduğu putları
bırakmamız için mi geldin? Eğer doğrulardan işen, bizi tehdit ettiğin azabı
getir!
Hûd dedi ki: Üzerinize
Rabbinizden bir azap ve bir gazap hak olmuştur. Haklarında Allah’ın hiç bir
delil indirmediği, sâdece siz ve atalarınızın uydurup isimlendirdiğiniz
tanrılar hususunda benimle tartışıyor musunuz? Bekleyin öyleyse, şüphesiz ben
de sizinle beraber bekleyenlerdenim.”[33]
Müşrikler, atalarının
dinini asla değiştirmeyeceklerini tekrar ederek kendilerini tehdit ettiği
azabı hemen getirmesi hususunda Hz. Hûd (a.s.)’a, meydan okumaya devam
ediyorlardı. Onların bu anlamsız ve yanlış tavırları karşısında Hz. Hûd (a.s.),
vazifesinin sâdece Allah’ın emirlerini tebliğden ibaret olduğunu, ilâhî azaba
karışma yetkisinin bulunmadığını ve azabın ne zaman geleceğini bilemeyeceğini
hatırlatarak, onlara Öğüt veren kardeşlerini dinlemekten kaçman ve gerçeklerden
korkan câhil bir kavim olduklarını söylüyordu:
“Sen bizi
tanrılarımızdan çevirmek için mi geldin? Hadi, doğru söyleyenlerden isen, bizi
tehdit ettiğin şeyi başımıza getir, dediler.
Hûd, ‘Bilgi ancak
Allah katındadır. Ben size ancak bana gönderilen şeyi duyuruyorum. Fakat sizin
câhil bir kavim olduğunuzu görüyorum.’ dedi.[34]
F. Tevbeye Davet, Son İkazlar Ve Hûd Kavminin Helaki
Rivayete göre,
peygamberleri Hz. Hûd (a.s.)’ı yalanlayıp davetini reddetmelerinden sonraki
yıllarda Âd toplumunun yurdunda şiddetli bir kuraklık başlamış, uzun süre hiç
yağmur yağmamıştı. Aslında bu kuraklık, tehdit edildikleri ilâhî azabın
yaklaştığına dair bir ihtardı. Ne var ki, müşriklerde bu ihtarı değerlendirecek
iz’an bulunmuyordu. Hz. Hûd (a.s.), bu günlerde de davetini bıkıp usanmadan
sürdürüyor, onları yaklaşan azaptan kurtarabilmek için, bu uyandan ibret
almaya çağırıyordu.
Kendisine iman edip
önceden yaptıkları kötülükler dolayısıyla tevbe ettikleri ve Allah’tan
bağışlanma diledikleri takdirde bol yağmurlara kavuşacaklarını söylüyordu:
“Ey kavmim!
Rabbinizden bağış dileyin; sonra da O’na tevbe edin ki, üzerinize göğü bol bol
göndersin ve kuvvetinize kuvvet katsın. Günahkârlar olarak yüz çevirmeyin.[35]
Müşrikler uzun süren
kuraklıktan ders almamışlardı. Peygamberlerini yalanlamaya, küfür ve azgınlıklarına
devam etmeleri üzerine, Allah’ın azap emri gelince helak edildiler.
Tefsircilerin
anlattığına göre, uzun süre yağış olmamış, Âd kavmi şiddetli bir kuraklığa
mâruz kalmıştı. Bir gün onlar, u-fukta vadilerine doğru bir bulutun gelmekte
olduğunu görünce, onun yağmur bulutu olduğunu zannederek çok sevindiler. Bunun
üzerine Hz. Hûd (a.s.), bulutun sandıkları gibi bir yağmur bulutu olmayıp,
hemen gelmesini bekledikleri azap olduğunu söyledi. Helak edici ve korkunç elem
verici bir rüzgâr olduğunu, Cenab-ı Hakk’m izniyle, uğradığı her canlıyı ve
malları helak edeceğini bildirdi.
Ne var ki onlar, son
andaki bu uyarılardan da ders almadılar ve nihayet onları helak eden korkunç
azap başladı. İbn Abbas’tan nakledilen bir rivayete göre, ilk defa Ad kavmine
gönderilen bu rüzgâr, insanları ve hayvanları saman gibi savurarak onları
yerden yere vuruyordu. Kâfirler bundan kurtulmak için evlerine kaçıp kapılarını
kapattılar. Ancak, rüzgâr kapıları kırıp evlere gizlenenleri de helak etti.[36] Yedi
gece sekiz gündüz üzerlerine kum seli akıtan rüzgâr, geride ıssız evlerinden
ve boş yurtlarından başka bir şey bırakmadı. Bugün ise, onlardan ibret olarak
kalan bu yurt harabeleri de kaybolmuş, yaşadıkları Ahkâf bölgesi büyük ölçüde
çöle dönüşmüştür.[37]
Rivayete göre, bu
korkunç rüzgâr esnasında Hz. Hüd (a.s.) ve ona iman edenler, etrafı çevrili bir
yere çekilmişlerdi. Rüzgâr, onlara ancak derileri yumuşatacak ve nefislere neşe
verecek kadar dokunuyordu. Kâfirleri ise yer ile gök arasında savuruyor ve
taşlara çarparak beyinlerini parçalıyordu.[38]
Birinci Âd kavminden
sâdece Hz. Hûd (a.s.) ve ona iman eden mü’minlerin kurtulduğu bu ilâhî azap,
Kur’ân-ı Kerim’de birkaç yerde çeşitli yönleriyle anlatılmıştır. Bu azabın
başlangıcı hakkında şu bilgi verilmektedir:
“Nihayet o azabı,
vadilerine doğru gelen bir bulut şeklinde görünce, ‘Bu bize yağmur yağdıracak
bir buluttur.’ dediler. Hayır! O, sizin acele gelmesini istediğiniz şeydir.
İçinde elem verici azap bulunan bir rüzgârdır! O rüzgâr, Rabbinin emriyle her
şeyi yıkar, mahveder. Bunun hemen ardından onların bom-boş evlerinden başka bir
şey görülmez oldu. İşte biz, suç işleyen toplumu böyle cezalandırırız. “[39]
Ahkâf sûresinde bu
âyetlerden sonra gelen üç âyette, Hûd kavminin bu korkunç sonu ve helake
uğrayan diğer milletler Örnek verilerek Mekke müşrikleri îkaz edilmektedir.
Mekke müşriklerinden daha güçlü olmalarına rağmen, Âd kavminin, peygamberlerini
yalanlamaları ve onunla alay etmeleri yüzünden azaba çarptırıldıkları, benzer
diğer toplumların da aynı sona mâruz kaldığı, Allah’ı bırakıp tanrı
edindikleri putlarının onlara hiç bir yardımda bulunamadıkları açıklanmaktadır.
Onların, putlarını Allah’ın ortakları ve Allah katında kendilerine şefaatçi
kabul etmeleri suretiyle Allah’ı inkâr ve O’na iftira atmaları yüzünden helak
edildikleri vurgulanmaktadır. Halbuki onlar, diğer müşrik kavimler gibi, tanrı
kabul ettikleri putları ve diğer mâbudlarının güç sahibi olduklarını
zannediyorlar, zor durumda kaldıklarında kendilerine yardımcı olacaklarına ve
sıkıntılarını giderebileceklerine inanıyorlardı. Allah Teâlâ, gönderdiği
peygamberleri vâsıtasıyla her defasında bu yanlışı ortaya koyup, insanlığı
doğru yola çağırıyordu. Ancak Âd kavmi de, Allah’a İnanmak yerine, putlarına
sahip çıkarak, sahte ilâhlara ibadet hususunda ısrar etti. Sonunda putlarının
onlara hiç bir faydası olmadı, zâten hiç bir güce sahip olmayan bu basit
eşyalardan böyle bir yardımın gelmesi de mümkün değildi. İlgili âyetlerde
şöyle denilmektedir:
“Andolsun ki,
onlara (Âd kavmine), size (Mekke müşriklerine) vermediğimiz kudret ve serveti
vermiştik. Onlara kulaklar, gözler ve kalpler bahsetmiştik. Fakat kulakları,
gözleri ve kalpleri kendilerine bir fayda sağlamadı. Zîrâ Allah’ın âyetlerini
inkâr ediyorlardı. Alay edip durdukları şey, kendilerini kuşatıverdi. Andolsun
biz, çevrenizdeki memleketleri de yok ettik. Belki yola dönerler diye âyetleri
tekrar tekrar açıkladık. Allah’tan başka kendilerine yakınlık sağlamak için
tann edindikleri şeyler, onlara yardım etselerdi ya! Hayır, onlan bırakıp
kaybolup gittiler. Bu, onların, yalanı ve uydurup durdukları şeydir.”[40]
Âd kavminin
cezalandırıldığı korkunç rüzgâr, Fussilet sûresinin 13. âyetinde
sâika/kasırga/yıldırım olarak ifade edilmiştir. Bu âyette Allah Teâlâ, Sevgili
Peygamberimiz (s.a.v.)’e hitaben şöyle buyurmaktadır:
“Eğer onlar
(Mekke müşrikleri) yine yüz çevirirlerse de ki: Ben sizi Âd ve Semûd’un başına
gelen sâika’ya/yıldırıma benzer bir yıldırıma karşı uyardım. “[41]
Aynı sûrenin 16.
âyetinde ise, rîhan sarsaran/soğuk ve şiddetli rüzgâr şeklinde tanımlanmıştır.
Dilbilimciler, bu tâbirin, yakıcı sıcak, dondurucu soğuk, korkunç gürültü
çıkaran rüzgâr anlamlarına geldiğine dair farklı görüşler beyan etmişlerdir. Neticede,
rüzgârın çok şiddetli olduğunda ittifak vardır:
“Bundan dolayı
biz de onlara, dünya hayatında zillet azabını tattırmak için, o uğursuz
günlerde şiddetli soğuk bir rüzgâr gönderdik. Âhiret azabı elbette daha çok
rüsvay edicidir. Onlara yardım da edilmez.”[42]
Kamer sûresinin 18-22.
âyetlerinde aynı isimle verilen şiddetli fırtınanın, insanları hurma
kütüklerini yerinden söküp devirir gibi nasıl yere serdiği açıklanmıştır:
“Âd kavmi,
peygamberleri Hûd’u yalanladı da, uyarım ve azabım nasıl oldu?! Biz onların
üstüne, uğursuzluğu devamlı bir günde dondurucu bir rüzgâr (rîhan sarsaran)
gönderdik. O rüzgâr, insanları, yerinden sökülmüş hurma kütükleri gibi yere
seriyordu. Nasılmış, benim azabım ve uyarılarım?! Andolsun ki biz, Kur’ân’ı
düşünüp öğüt alınması için kolaylaştırdık. Öğüt alan yok
mudur?”
Başka bir âyette ise,
er-rîhu7-afcfm/kasıp-kavuran, her şeyi kül haline getiren bir rüzgâr olarak
tanıtılmıştır:
“Âd kavminde de
ibretler vardır. Onlara kasıp-kavuran rüzgârı göndermiştik. Üzerinden geçtiği
şeyi canlı bırakmıyor, kül edip savuruyordu.[43]
Mü’minûn sûresinde, Âd
kavminin korkunç bir ses “sayha” ile helak edildiği zikredilmiştir:
“Nitekim, Hak
tarafından gönderilen korkunç bir ses yaka-layıverdi onları! Kendilerini hemen
sel süprüntüsüne çevirdik. Zâlimler topluluğunun canları Cehenneme![44]
Hakka süresinde ise,
bu tasvirlere ilave olarak, rüzgârın uğultulu ve azgın olduğu, yedi gece sekiz
gündüz devam ettiği zikredilmiştir:
“Semüd ve Âd,
Kıyamet’i yalanlamışlardı. Semüd’a gelince; onlar pek zorlu bir gürültü ile
helak edildiler. Âd ise, uğultulu azgın bir fırtına ile mahvedildi. Allah,
onu, ardarda yedi gece sekiz gündüz onların üzerine musallat etti. Öyle ki, o
kavmi, içi boş hurma kütükleri gibi oracıkta yere serilmiş halde görürdün.
Şimdi onlardan geri kalan birini görüyor musun?.”[45]
Müteakip iki âyette de
bu cezanın peygamberleri yalanlayan kavimlerin ortak kaderi olduğuna işaret
edilmiştir:
“Firavun, ondan
öncekiler ve altı üstüne getirilen beldeler halkı, hep o günahı (şirki)
işlediler. Rablerinin peygamberlerine karşı geldiler de, Rableri de onlan pek
şiddetli bir şekilde yakalayiverdi.”[46]
Münkirlere verilen bu
ceza Ad kavminin isminin de zikre-dildiği bir başka âyette de şöyle dile
getirilir:
“Görmedin mi,
Rabbin ne yaptı Ad kavmine; ülkelerde benzeri yaratılmamış olan sütunlar
sahibi İrem’e, o vadide kayaları yontan Semûd’a, kazıklar sahibi Firauun’a!
Bunların hepsi ülkelerinde azgınlık ettiler? Oralarda kötülüğü çoğalttılar. Bu
yüzden Rabbin onların üstüne azap kamçısı yağdırdı. Şüphesiz Rabbin her an
gözetlemektedir.”[47]
G. Hz. Hûd (A.S.) Ve Mü’minlerin Kurtuluşu
Âd kavmi müşriklerine
gönderilen bu korkunç azaptan, sâdece Hz. Hûd (a.s.) ve ona iman edenler
kurtulmuştu. Cenab-ı Hak, rahmetiyle Hûd ve ashabını kurtardığını, iman etmeyen
ve peygamberleri Hz. Hûd (a.s.)’ı yalanlayan ve bu yüzden azabı hakeden
kâfirlerin tamamını ise helak ettiğini bildirmiştir. Bu ifâdelerden tek bir
kâfirin dahi sağ bırakılmadığı anlaşılmaktadır.
“Azap emrimiz
gelince, Hûd’u ve onunla beraber iman edenleri tarafımızdan bir rahmetle
kurtardık. Onlan, ağır bir azaptan kurtuluşa erdirdik. İşte Âd kavmi! Rabblerinin
âyetlerini inkâr ettiler; O’nun peygamberlerine âsî oldular ve her inatçı
zorbanın emrine uydular. Böylece onlar, hem bu dünyada, hem de Kıyamet gününde
lanete uğradılar. Biliniz ki, Âd kavmi, Rabblerinin âyetlerini inkâr ettiler.
Bilin ki, Hûd’un kavmi Âd, Allah’ın rahmetinden uzak kılındı.”[48]
“Onu ve onunla
birlikte olanları rahmetimizle kurtardık ve âyetlerimizi yalanlayıp da iman
etmeyenlerin kökünü kestik.”[49]
Hz. Hûd (a.s.) ve
beraberindekiler, bu felâketten sonra, bir rivayete göre Mekke’ye giderek oraya
yerleşmişlerdir. Diğer bir rivayete göre ise, bulundukları bölgede
kalmışlardır. 150 yaşında vefat ettiği söylenen Hz. Hûd (a.s.)’m mezarının
yeri hakkında da farklı bilgiler nakledilmiştir. Yemen’in Hadramevt bölgesinde
şimdiki Mükellâ şehrinin yaklaşık 125 mil kuzeyinde ona ait olduğu kabul edilen
bir kabir bulunmaktadır. Bu makam, her yıl Şaban ayının onbeşinde muhteşem bir
ziyaret merasimine sahne olur. Yarımadanın muhtelif bölgelerinden gelen
binlerce ziyaretçi, bu merasime katılır. Bu kabrin Hz. Hûd (a.s.)’a ait olduğuna
dair nakledilmekte olan bilgiler her ne kadar kesin değilse de, Güney Arabistan
halkının bu inancından anlaşılacağı üzere, mahallî rivayetler, Âd kavmi ülkesi
merkezinin bu bölge olduğunu göstermektedir. Hz, Hûd (a.s.)’m kabrinin,
Mekke’de Kabe ile Zemzem arasında veya Şam’da Ümeyye Câmii’nin güney duvarında
olduğuna dâir rivayetler de vardır.[50]
Diğer taraftan Filistinliler de, Hz. Hûd (a.s.)’m kabrinin Filistin’de olduğunu
iddia ederler. Ona ait olduğunu söyledikleri kabrin başında, her sene doğum
günü merasimleri düzenlerler.[51]
İngiliz donanmasında
görev yapan James R. Wellested, 1837 yılında Güney Arabistan’da Hısn-Gurâb
yakınında, içinde Hz. Hûd peygamberden bahsedilen bir kitabe bulmuştur. Kitabedeki
yazı, burada yaşayanların, Hz. Hûd (a.s.)’m şeriatına tâbi bir topluluk
olduğunu göstermektedir. Buna göre bu kitabe, Birinci Ad kavminin mâruz
kaldığı umûmî felâketten kurtulan Hz. Hûd (a.s.) ve ona inanan mü’minlerin
soyundan gelen ve “İkinci Âd” olarak isimlendirilen kavme aittir.
Yaklaşık olarak M.Ö. 1800 yıllarında yazıldığı sanılan bu kitabenin arkeologlar
tarafından çözülen bâzı satırlarının Türkçesi şöyledir:
“Biz (Âd kavmi),
bu kalede uzun bir zaman rahat ve müreffeh bir hayat yaşadık. Öyle ki,
yaşantımız her türlü sıkıntı ve ızdıraptan uzaktı. Nehirlerimiz sularla
doluydu. Hükümdarlarımız, her türlü kötü düşünce, art niyet ve ahlâksızlıktan
uzak duruyorlardı. Onlar, kötü kimselere ve bozgunculuk çıkaranlara karşı oldukça
sert davranırlardı ve bize Hüd’un şeriatını tatbik ederlerdi. Bu hâkimlerin iyi
ve faydalı kararlan, bir kitapta toplanırdı. Ve biz, mucizelere ve ölümden sonra
dirileceğimize inanırdık.[52]“
H. Hûd (A.S.) Kıssasından Bâzı Mesajlar
1. Zâlim Zorbalara İtaat Edilmez
Allahu Teâlâ, bütün
peygamberlerine, insanları köleleşti-ren, üzerlerinde baskı kurarak onlara
acılar çektiren ve şahsî zevklerini tatmin için onlardan yararlanan zâlimlerle
mücâdele etmelerini emretmiştir. Çünkü bu zâlimler, insanlar üzerindeki
tahakkümlerini ellerinden kaçırmamak için, hem peygamberlerin azılı düşmanları
olmuşlar, hem de diğer insanları baskı altında tutup peygamberlerle
görüşmelerini ve onlara iman etmelerini engellemeye çalışmışlar; bu yolda her
türlü şiddeti kullanmaktan çekinmemişlerdir. Ancak peygamberler ve onlara îman
edenler, hiçbir zaman bu zâlimlere boyun eğmemişlerdir. Zİrâ onlara boyun eğmek
gerçek îmanla bağdaşmaz ve zâlimlerin emirlerine itaat edilmesi hususunda,
mü’minin geçerli bir mazereti olamaz. Mü’minler, ancak Allah’ın emirlerine
sarılıp, zulmü ve haksızlıkları ortadan kaldırmak için zâlimlere karşı güç
birliği ettiklerinde hedeflerine ulaşırlar. Her peygamberin başından geçmiş
olan bu serüven, inananlar için en büyük örnektir. Peygamberlere uymak
kurtuluşa, zorbalara uymak ise felâkete götürmüştür. Bu hususta Âd kavmiyle
ilgili olarak şöyle buyurul-maktadır:
“İşte Âd kavmi!
Rabblerinin âyetlerini inkâr ettiler ve O’nun peygamberlerine âsî oldular.
Böylece başlarında bulunan her zorbanın emrine uyup gittiler. Bu yüzden de hem
dünyada, hem de âhiret gününde bir lanete tâbi tutuldular.”[53]
2. Üstün Cesaret
Peygamberler, din ve
îman uğrunda büyük sabır ve cesaret göstererek, bu hususta da ümmetlerine örnek
olmuşlardır. Hz. Hûd (a.s.)’m müşriklere meydan okuyarak, kendisine karşı istedikleri
tuzağı kurmaya çağırması, bu çarpıcı manzaralardan biridir. O, müşriklerden
gelebilecek her türlü tehlikeyi göze almaktan çekinmiyor ve şöyle diyordu:
“Allah’ı şahit
tutarım ve siz de şahit olun ki, ben Allah’ı bırakıp da, O’na ortak tutmakta
olduğunuz şeylerden tamamen uzağım. Artık bana topyekün istediğiniz tuzağı
kurun! sonra bana mühlet de tanımayın! Ben, sizin de, benim de Rabbim olan
Allah’a güvenip dayanmışım.”[54]
3. Yeryüzünde Kibir Sahiplerinin Sonu
Hak yoldan uzaklaşan
insanlar, sahip oldukları dünyevî imkânlara aklanarak, Nemrut ve Firavun gibi
yeryüzünde ilâhlık taslamaya kadar gitmişlerdir. Haktan yüz çeviren bu kibir
ehli, servetlerine servet katmak için, başkalarının ocaklarını söndürmekten
çekinmemişler; hatta zaman zaman bu maksatla yeryüzünü hüsrana boğan
karışıklık ve savaşlar çıkarmışlardır. Menfaatleri uğruna her şeyi göze alan
bu kibir ehli, Âd kavmi gibi, “Bizden kuvvetli kim var?” diyecek
kadar ileri gidiyordu. Ancak onların sonu, hep hüsran, hep perişanlık olmuştur.
Nitekim Âd kavmiyle ilgili olarak şöyle buyrulmuştur:
“Âd kavmine
gelince, yeryüzünde haksız yere büyüklük tasladılar ve, ‘Bizden daha kuvvetli
kim var?’ dediler.’ Onlar kendilerini yaratan Allah’ın, kendilerinden daha
kuvvetli olduğunu görmediler mi? Onlar, bizim âyetlerimizi inkâr ediyorlardı.
Biz de, perişanlık azabını dünya hayatında kendilerine tattıralım diğe uğursuz
günlerde üzerlerine çok gürültülü bir rüzgâr gönderdik. Elbette âhiret azabı
daha zelil kılıcıdır. Onlara yardım da olunmaz.”[55]
[1] İbn Kuteybe, Maârif, 14; Taberi, Tarih, I, 110;
Mes’ûdî, Mürüc, I, 77
[2] Hz. Hûd
(a.s.)’ın İsminin geçtiği süre ve âyet numaraları şöyledir: A’râf sûresi, 7/65;
Hüd sûresi, 11/50, 53, 58, 60, 89; Şuarâ sûresi, 26/124.
[3] Ahkâf sûresi, 46/26.
[4] Mû’minûn sûresi, 23/31-32. 31. âyette İsmi
zikredilmeyen kavim için bâzı müfes-sirier, onun Semûd kavmi olduğunu
söylemişlerdir. Ancak, müfessirlerin ekserisi, bu toplumun Âd kavmi olduğu
görüşündedirler. A’râf sûresinin 69. âyetinde bu kavmin açıkça zikredilmesi de,
bu İkinci görüşü destekler (Bu hususta bkz. Elmahlı, V, 528; Mevdûdî , Tefhim,
III, 413 ).
Prof. Dr. İsmail Yiğit, Peygamberler Tarihi, Kayıhan Yayınları: 150-151.
[5] Ahkâf sûresi, 46/21.
[6] îbn Kuteybe, Maârif, 14. Ahkâf, asîında uzun ve eğrili-büğrûlü
yüksekçe kum yığını manasına gelen “hıkı” kelimesinin çoğuludur. Âd
kavminin yurdunun adı olarak geçen bu bölge, Yemen’de Şıhr denilen ve
denize uzanan kumluklardan oluşan
mıntıka, Mehre ile Uman arasında uzanan bölge veya sonraları bütün Yemen olarak
tarif edilmiştir (İlgili rivayetler için bkz. Elmalılı, VII, 113).
[7] Şuarâ sûresi, 26/129-134.
[8] A’râf sûresi, 7/69.
[9] Fussilet sûresi, 41/15.
[10] Prof. Dr. İsmail Yiğit, Peygamberler Tarihi, Kayıhan
Yayınları: 151-153.
[11] Îbnül-Esir, I, 85 Taberi, putların isimlerini Saddâ,
Samûd ve Heba olarak verir {TariK I, 110).
[12] İbn Kesir, Kasasu’l-enbiya, I, 120.
[13] Mü’minûn sûresi, 23/37.
[14] A’râf sûresi, 7/65.
[15] Ahkâf sûresi, 46/65.
[16] Hûd sûresi, 11/50-52.
[17] Elmahli, IV, 546.
[18] Keşşaf, II, 87.
[19] A’râf sûresi, 7/66-68.
[20] Fussilet sûresi, 41/14.
[21] Mumınun suresi, 23/33-34
[22] Irşddü’t-akli’s-selîm (Tefsir), Beyrut 1414/1994, VI,
133.
[23] Mü’minûn sûresi, 23/35-40.
[24] Toplumdaki sıradan insanlar, genellikle toplumun
önderi durumunda olan zengin ve varlıklı tabaka mensuplarına uyarlar.
Dolayısıyla, toplumun ıslahı ve düzel
mesi veya haktan
uzaklaşıp çökmesi büyük ölçüde onlara bağlıdır. Toplumun çöküşünün gerçek
sorumluları, onun önderi durumunda olan zengin ve müreffeh kesimdir. Bu sınıf,
İsyan, fesat zulüm ve kötülüklere dalacak olursa, halk da onlara uyar ve
toplum felâkete sürüklenir. Tarihte toplumların Allah’ın azabına
çarptırılmaları, daha ziyâde bu üst sınıfın azgınlığı sebebiyle olmuştur.
Nitekim, bu değişmez hüküm, İsrâ sûresinin 16. âyetinde şöyle dile
getirilmektedir:
“Bir toplumu helak
etmeyi istediğimiz zaman, o toplumun lüks ve refaha gömülmüş seçkinlerine son
uyanlarımızı yaparız ve eğer onlar buna rağmen günahkârca yaşamaya devam
ederlerse, azap hükmü artık o toplum için kaçınılmaz olur ve biz de onu
darmadağın ederiz. Nuh’tan bu yana, biz, böyle nice toplumları yok ettik! Çünkü
kullarının günahlarım bütünüyle görüp haberdar olmakta Rabbin gibisi
yoktur.”
Prof. Dr. İsmail Yiğit,
Peygamberler Tarihi, Kayıhan Yayınları: 153-158.
[25] A’râf süresi, 7/69.
[26] Ahkâf süresi, 46/26.
[27] Et-Tefsirul-Kebir (Tefsir), Tahran,
Dârü’l-kütübil-ilmiyye, ikinci baskı, XXVIII, 29.
[28] Tefhîm,V, 358.
[29] Ankebut sûresi, 29/38.
[30] Şuarâ sûresi, 26/128-135. Râzî, Allah’ın Hz. Hûd
(a.s.)’ın kavmini, sırasıyla,
a) Gösteriş ve
debdebe için son derece sağlam ve yüksek binalar yapmak;
b) Sağlam
köşk ve kaleler inşâ etmek;
c) Zorbalık yapmak, olarak üç özelliğiyle tanıttığını belirtir ve bu
özelliklerden birincisinin, israf ve üstünlük tutkusunu; ikincisinin ebedî
yaşama arzusunu, üçüncüsü olan zorbalığın ise sâdece kendilerinin üstünlüğünü
istemek maksadını ifade ettiğini söyler. Bu üç özellik sebebiyle, onları
bütünüyle dünya sevgisinin sarmış olduğunu, bu sevgi içinde boğularak kulluk
sınırını aşıp İlâhlık iddia etmeye başladıklarına işaret eder ve sözlerini, her
günahın başının dünya sevgisi olduğunu zikrederek bitirir [Tefsir, XXIV, 157).
Prof. Dr. İsmail Yiğit, Peygamberler Tarihi, Kayıhan Yayınları: 159-161.
[31] Şuarâ süresi, 26/136-140.
[32] Hûd süresi, 11/53-57.
[33] A’raf sûresi, 7/70-71.
[34] Ahkaf sûresi, 46/22-23.
Prof. Dr. İsmail Yiğit, Peygamberler Tarihi, Kayıhan Yayınları: 161-164.
[35] Hûd sûresi, 11/52.
[36] Sâbûnî, Safve, VI,
74. Hz. Aişe validemizden nakledildiğine göre, Rasülullah (s.a.v.), herhangi bir bulut
gördüğü veya rüzgârla karşılaştığı zaman, yüzünde bir hoşnutsuzluk belirirdi.
Bir defasında Hz.
Aişe, kendisine şöyle
dedi: “Ya RasüleUahl
İnsanlar bulut gördüklerinde, yağmur yağacak ümidiyle sevinirler. Siz bir bulut
gördüğünüzde ise, yüzünüzde bir hoşnutsuzluk belirdiğini müşahede ediyorum.” Rasülullah (s.a.v.), şöyle buyurdu: “Ey
Aişe! O bulutta bir azap olup olmayacağından emin değilim. Belki de onda, bir
kavmin rüzgârla cezalandırıldığı azap vardır. Nitekim bir kavim, kendileri için
azap olacak bulutu görmüş de, ‘işte, bu
bize yağmur getirecek bulut!’ demişti.” (Buharı, Tefsirül-Kur’ân, 46/2).
[37] Mevdüdî, Tefhim, IV, 53.
[38] ElmaJıh, VII, 114.
[39] Ahkâf sûresi, 46/24-25.
[40] Ahkâf sûresi, 46/26-28.
[41] Beyhakİ’nin naklettiği bir rivayette Câbîr b. Abdullah
şöyle demiştir: “Ebu Cehil ile Kureyş eşrafından bir grup şöyle dediler: ‘
Muhammed’in işi, bizi şüpheye düşürdü. Sihir, kehânet, fala-bakıcılık ve şiiri
büen bir adam bulsanız, onunla konuşsa da, bize onun durumunu bir anlatsa! ‘
Bunun üzerine Utbe b.
Rebîa: ‘Ben, vallahi şiiri, fala bakmayı, sihri dinlemiş ve bunlara dair bir
İHm edİnmişimdir. Böyle olunca Muhammed’in durumunu anlarım. Onun İşi bana
gizli kalmaz.’ dedi. Rasülullah (s.av.)’e giderek, Ta Mu-hammed! Sen mi daha
hayırlısın Hâşim mi; sen mi hayırlısın Abdülnıuttalib mi?’ diye sordu.
Rasülullah (s.a.v.) ise ona cevap vermedi. Sözlerini devam ettiren Utbe, ‘Sen
bizim ilâhlarımızı kötûlüyor, atalarımızı sapık olarak gösteriyorsun. Eğer
maksadın başkan olmaksa, bayraklarımızı senin için dikelim, başımıza seni
geçirelim; yok eğer mal istiyorsan sana mallarımızdan senin ve arkandakilerin
ihtiyaçlarını giderecek miktarda mal toplayalım; eğer kadına ihtiyacın varsa
Kureyş kızlarından beğeneceğin on tanesini seninle evlendirelim.’ dedi.
Utbe’nin sözlerini
tamamlamasına
kadar susan Rasülullah (s.a.v.j, besmele çekip Fussilet sûresini okumaya
başladı:”Eğer onlar (Mekke müşrikleri) yine yüz çevirirlerse de ki: Ben sizi
Âd ve Semûd’un başına gelen sâika’ya/yıldırıma benzer bir yıldırıma karşı
u-yardım.” anlamındaki âyete gelince, Utbe hemen Rasülullah (s.a.v.)’in
mübarek ağzını tuttu. Akrabalık hatırına yemin vererek artık okumaktan vazgeçmesini
rica etti. Ardından bu olayın tesiriyle bir kaç gün dışarıya çıkmadı. Onun bir
kaç gün görünmemesi üzerine, Ebu Cehil, ‘Ey Kureyş topluluğu! Utbe niçin
görünmüyor? Zannederim o da Muhammed’e kapıldı, onun yemeği hoşuna gitti. Bu,
mutlaka ihtiyacından olmalı, kaİkın gidip bakalım.’ dedi. Onun yanma
vardıklarında, Ebu Cehil, ‘Ey Utbe, galiba Muhammed’e kapıldın, herhalde o
hoşuna gitti. Bir ihtiyacın varsa, senin için seni Muhammed’e muhtaç etmeyecek
miktarda mal toplayabiliriz.’ dedi- Onun sözlerine kızan Utbe, bundan sonra
Muhammed’e ebediyyen bir şey söylemeyeceğine yemin etti ve ardından,
“Bilirsiniz ki, ben Kureyş’İn malca en zenginiyim’ diye başlayıp başından
geçen olayı anlattı. Konuşmasının sonunda, “Bana öyle bir şey ile cevap
verdi ki, vallahi o, sihir değil, şiir değil, fala bakıcılık da
değildir.” Söz konusu âyete geldiğinde onun ağzını tutup, akrabalık hatırına
susmasını istediğini ve Rasülullah (s.a.v.)’in da sustuğunu söyleyen Utbe sözlerini
şöyle tamamladı: “Vallahi bilirsiniz ki, Muhammed bir şey söylediği zaman,
söylediği asla yalan çıkmaz. İşte başınıza bir azap inmesinden korktuğum için
böyle yaptım.” (Elmaklı, VI, 550-551).
[42] Fussilet sûresi 41/16. Âyette geçen “uğursuz
günler” ifâdesi, bu günlerin uğursuz olduğunu göstermez. Ancak, bu
günlerin sâdece Âd kavmi için, o günlerde azaba çarptırılmaları dolayısıyla
uğursuz olması söz konusudur. Müneccimlerin, âyetteki bu ifâdeye dayanarak bâzı
günleri uğursuz saymalarının aslı ve esası yoktur (Bu hususta bkz. Elmahlı, VI,
551; Mevdüdî, Tefhim, V, 185).
Bu kasırganın Çarşamba
günü başladığını bildiren rivayet ve buna dayalı olarak Çarşamba’nın
uğursuzluğu hakkında hadis diye nakledilen bazı sözler için hadis imamlarının
tenkidlerinî nakleden Mevdûdî, sözlerini bitirirken, Münâvî ve Âlûsî’nin
kanaatlerini zikretmiştir: “Münekkid alimlerden Münâvî, ‘Çarşamba gününün
uğursuzluğuna inanarak, o gün bir işi yapmayı terketmek ve falcıların sözlerine
kapılmak haramdır. Zîrâ tüm günler Allah’ındır. Ve Allah dışında hiç
kimse,
fayda ve zarar vermeye muktedir değildir’ demektedir. Aliâme Âlûsî ise, Tüm
günler Allah’ındır ve dolayısıyla Çarşamba gününün diğer günlerden bir farkı
yoktur. Gece veya gündüzün herhangi bir saati bir kimse için muvafık olabilirken,
bir başkası için olmayabilir. Bunlann hepsi de Allah’tandır, saat ve günlerin
uğursuzluk
ile bir ilgisi yoktur’ demiştir.” {Tefhim, VI, 53).
[43] Zarıyât suresi, 51/41-42.
[44] Mü’minûn sûresi, 31/41.
[45] Hakka sûresi, 69/4-8.
[46] Hakka sûresi, 69/9-10.
[47] Fecr sûresi, 89/6-14. Yedinci âyette “İrame
zâtil-ımâd” ifadesi ile sağlam sütunlarla inşa
edilmiş yüksek binalara
sahip frem halkı,
yani Hüd kavmi kasdedilmiştir. Müfessirlerden
bâzıları İkinci Âd kavminin kasdedildiğini
söylemiş olsalar da çoğunluk birinci görüştedir ( Elmalılı, IX, 192).
İrem keîimesi hakkında ise üç görüş serdedilmiştir:
1. Kabile
İsmidir. Bu kabile, Âd kavminin atası İrem’e nisbetle bu ismi almıştır. Bu
duruma göre, İrem’in sıfatı olan “zâtül-ımâd/direkli, sütunlu”
tabiriyle, bu kavme mensup insanların uzun boylu olmaları veya çadır direkleri
dolayısıyla çadır halkı olmaları
ya da
sütunlar üzerine büyük
binalar inşâ etmeleri kasdedilmiştir .
2. Direkli
sütunlu İrem, kahirler veya eserler ve alâmetler karşılığıdır. İrem halkı
demektir.
3. Çoğunluğun
kanâatine göre ise burada İrem, Âd kavmine ait büyük bir şehrin ismidir.
Rivayete göre bu şehir, Cennetin özelliklerini duymuş olan Şeddad b. Âd
tarafından, Cennete benzetilmek
maksadıyla, yeryüzünde eşi ve benzeri olmayan bir şekilde Yemen’de inşâ
edilmiştir. Ne var ki, yıllarca uğraşarak yaptırdığı bu şehre girmeden kendisi
ve halkı yok edilmiştir. Bu sûretie “İrem Cenneti, İrem Bağf adı dilden
dile dolaşır olmuştur.
Elmalılı, bu efsâne
şehir hakkında şöyle der:
“Şeddad’m Cenneti
olan İrem Bağı, hayal ürünü bir efsanedir. Ahireti inkâr edip de dünyada iken
Cennete girmek isteyenlerin, istediklerini elde edemediklerini tasvir etmesi
itibariyle dillerde destan olmuş bir temsildir.” (Hak Dini, IX, 193).
Sekizinci
âyetteki “eşi ve benzerinin yaratılmadığı”
bildirüen şey, Elmalılı’ya göre, İrem
şehridir ve benzerinin yaratılmamış olması da o zamana kadar geçerlidir.
Ancak, o kavmin kuvvet ve boyda eşsiz ve benzersiz yaratılmış olmaları ihtimali
de vardır [Hak Dini, IX, 194).
Prof.
Dr. İsmail Yiğit, Peygamberler Tarihi, Kayıhan Yayınları: 164-170.
[48] Hûd süresi, 11/58-60.
[49] A’râf sûresi, 7/72.
[50] Bu rivayetler için bkz., Salebi, 66; İbnül-Esir, I,
67.
[51] Neccâr, 74.
[52] Bu konuda bkz. Mevdûdî, Tefhim, V, 355; Hz.
Peygamber’in Hayaü, I, 434.
Prof. Dr. İsmail Yiğit, Peygamberler Tarihi, Kayıhan Yayınları: 171-172.
[53] Hûd süresi, 11/59.
Prof. Dr. İsmail Yiğit, Peygamberler Tarihi, Kayıhan Yayınları: 172-173.
[54] Hûd süresi, 11/54-56.
Prof. Dr. İsmail Yiğit, Peygamberler Tarihi, Kayıhan Yayınları: 173-174.
[55] Fussilet sûresi, 41/15-16.
Prof. Dr. İsmail Yiğit, Peygamberler Tarihi, Kayıhan Yayınları: 174.